Gezide Nirvana : Benelux + Paris - 2. Kısım
Brüksel’de sabah, daha da bir güzeldi kasvetli Avrupa
şehirlerine oranla. Ya da ben öyle algılıyordum. Brüksel’e diğer şehirlere yaptığımız
muameleyi yapmayacak, Road Runner ve Speedy Gonzales’in sentezi gibi müthiş bir
hızla gezmeyecektik.
Eiffel önünde zıplayarak fotoğraf çekilme seramonisinin
akabinde (baktım asansör ile çıkma 13
euros, zıplayarak denedim. Olmadı. Verdim 13 euros mecburen) Eiffel
çevresini gezip Carrefour bulduk. Kahvaltılık biraz malzeme alıp (süpermarketlerde poşet paralı Avrupa’da.
Size hayat kurtaran bir tavsiye; meyve reyonundaki poşetler bedava. Onu alın.
Çakmıyor zaten hiçbiri) güzel bir parka gidip güvercinlere yem vererekten
yedik yemeğimizi, dinlenen baba-oğuldan toplarını rica edip top oynadık,
Paris’te yaz yağmuru tadıp, Louvre müzesine doğru bolbol fotoğraf çekile çekile
yürüdük. (Yolda yine bir sürü elçilik
binası gördüm, yine bizimki yoktu. Ucuz olsun diye dağ başında mı yer
kiralıyoruz nedir anlamadım ki?) Louvre Müzesinin önünde bir Lamborghini
gördük, görmemişler gibi önünde fotoğraf çekildik, müzeye kaçak girme planı
yaptık, plandan vazgeçip dışarıdan fotoğraf çekildik. Champs Elysee’de
birşeyler içmeden olmaz diyen arkadaşa uyup oraya yollandık. Sağlı sollu pahalı
markalar, şahane bir cadde. Tek sorun, öğrenciye göre değil. Öğrenciler sadece
izler kenardan mağazaları. (Pahalı canım
okurum anla hani. Pahalı. Paramız yok napak). McCafe’de bedava internet bulup on dakika oturduktan sonra Zafer Takı denen
yere de uğradık, (önemi nedir derseniz.
2000 Avrupa Şampiyonasını kazanan Fransa Milli takımı zaferi burada kutlamış,
ondan dolayı Zafer Takı – şaka şaka, inanmayın bana. Git araştır internetten
okurcan. Hazıra konma) ve sonra daaaa; Eiffel kulesine doğru yol aldık.
Hedefimiz paraya kıyıp Eiffele çıkmaktı... (:
Sabah kalkıp şehir merkezine gittik. (kibar navigasyon yine bizimle). Kahvaltı yapmak istedik Central
Station’da fakat kime birşey sorsam anlamsız bir şekilde yanıt vermiyordu. Ve
ben buna bir türlü anlam veremiyordum. Brüksel müdavimi Osman bizi aydınlattı.
Burada Fransızca sorulmayan sorulara yanıt vermiyorlarmış haşmetmeap
Belçikalılar (veyahut Fransızlar.
Bilmiyorum. Belki de Brüksel, Belçika’nın Fransızca konuşulan bölgesinde
olduğundandır.) Hiç ama hiç hoş değil. Gereksiz bir durum. Zar zor
bulduğumuz biri yanıt verdi de, yaptık kahvaltımızı Caprie Sonne ve araya kaşar
kondurduğumuz ekmek dilimleriyle. Bankta yaptığımız kahvaltı esnasında karşıdaki
bankta bir aile oturuyordu, hani “bizim
fotoğrafı çekermisiiiin?” der gibi bakıyordu fakat çekiniyor gibiydi evin
direği. Allahtan ‘süm’ yetişti imdatlarına, çektik fotoğraflarını.
Hırvatlarmış. Side’yi biliyor Türkiyeden (Antep’i
bilen yok, ona yanarım). Çocukları acaip şirindi. (şirin olmayan çocuk yoktur zaten de, neyse)
Oradan, ana meydan olan Grote Markt’a gittik. 4 yanımız da
fotoğraf çekilmelik. 360 derece dönerek her 90 derecede bir fotoğraf çekildik.
Süper oluyor (bu yöntemin Telifini
alacam. Yoksa patent miydi? Amaaan hep karıştırıyorum zaten). Oradan geze
geze geze… (işeyen çocuk heykeli vardı,
onu gördük. (şehirde bundan 800 tane varmış) Bir kilisede Arapça Allah
yazıyordu, ona hayret ettik. Pahallı Belçika çikolatalarına bakıp ‘vaaav’ dedik.
Alamadık, ama vaaav demek beleşti) Tüm şehri bitirdik. (harita kesinlikle elzem birşey) Kocamaaaan bir ‘Dom’ vardı yine
burada. Onu da gezelim dedik. Ayin vardı. Zaten Her şehirdeki en büyük
kiliseleri gezdik gibi. (kilisede bir
figür dikkatimi çekti. Hz.İsa’yı yıkayan 6 kişi vardı, 2si sarıklı ve sakallı,
4ü başörtülü) Pislikle
dolu (ahlak anlamında pislik) ‘Royal
Park’, karşısındaki Parlamento binası, arka tarafındaki kraliyet sarayı’nı
gezmeyi de ihmal etmedik. (Kralları yeni
değişmiş, çikolatamızı ve kolonyamızı alıp (kolonya Köln’de icat edilmiş) hayırlı
olsuna gittik. Saray muazzam, içeride çok cancanlı, cafcaflı, böyle kımıl
kımıl, pahalı şeyler vardı) (Kral çocuğu olmak da zor. Hiç arkadaşın yok gibi.
Rahat hareket etmek de yok. Yazık be). Oradan çıkıp yemek yemelik yer
ararken Prag’daki Wenceslas Meydanına çok benzeyen bir meydan gördüm. Ismi
Adolpho Meydanı. Vuruldum. (Prag hala
gönlümde bir numara). Google amca yardımıyla Türk mahallesi bulduk, oradaki
adresi girdik kibarigasyon’a (kibar
navigasyon) ve bizi götürdü oralara. Türk mahallesinde sora sora en helal lokantayı bulduk,
fiyat gayet uygundu. Tadı ise muazzamdı. Giderseniz oraya gidin. Adam Emirdağlı.
Çok kibar ve hiç asimile olmamış. (ismini
hatırlayaydım iyiydi :S adresi : 79 Chaussée de Haecht)
Brüksel, Kilisedeki Müslümanlar. |
Lokantadaki adamın tavsiyesiyle Atomium’a yollandık. O gün
de şansımıza Robin Williams konseri varmış (tabi
ben bunu ilk başta ‘Tom Waits’ diye anladım). Konserde koptuk falan (yok be, bilet kalmamıştı. Polisin tavsiye
ettiği karaborsacıyla bilet pazarlığı yaptı Süm, ama almadık). Atomium
demir elementinin 152 milyon kere büyütülmüş hali. Güzel biryer. Fakat bir
atraksiyon gerek değil mi? Hah işte. Ben çıktım yine sahneye. Kocaman, devasa,
muazzam, dehşetengiz büyüklükte, kocaman dişleri olan bir köpek (yada ben öyle algıladım) beni
metrelerce kovaladı. Sahibi çağırınca ancak bıraktı peşimi şirin(!) ‘Lolita’.
Tüm bunların akabinde Brükselde gece güzel bir mekanda (bana şal vermeyen kafe görevlisine
sesleniyorum; yaptığın ayrımcılıktır. Gözlüğümden dolayı vermedi kesin)
yediğimiz güzel dondurma ve türevi maddeler günün portresine güzel bir ‘son
dokunuş’ yapmıştı. Yarın sabah erkenden yola çıkılacak ve istikamet Paris
olacaktı…
Sabah erkenden (Bu sefer
hakikaten erkendi. Gece Osmanla uyumamıştık sabaha dek zaten. Uykusuzluk
damarlarımda dolaşmaktaydı) Paris yollarına düştük. Yolun %40lık kısmını
hatırlamıyorum uyuduğumdan dolayı fakat bildiğim birşey vardı ki; bizim
kibardır, efendidir falan dediğimiz navigasyon efendi, sırf 30 km kısalsın diye
otoyoldan değil, başka bir rotadan götürüyordu güzelim Paris’e. Paris’e öğle
vakti vardığımızda ilk iş Hostel’imize gittik. Prag’daki Hostelden daha güzel
olan bu mekan, fiyat bakımından da Paris’te en ucuzlardan biriydi. (Hostel Aij) Odanın 15’te açılacağını
duyup ‘Paris kepçe biz kazan’ (yada tam
tersi) felsefesiyle yollara düştük. Elimizde Hostel’den aldığımız beleş
haritalarla gezmeye koyulduk. Zaten Osman’dan ve internet sitelerinden de bol
bol tavsiye almıştık. Bir gezi için önaraştırma çok ama çok gerekli.
Eiffel'e zıplayarak çıkmak çok keyifli, fakat zor. |
Geschenk’çileri (Almanca’da
hediye demek ‘geschenk canım okurum, sen de öğreniver azıcık) dolaşarak,
fotoğraf çekilerek, Velib bisiklet sistemini çözmeye çalışarak (ilk yarım saati ücretsiz, günlük 1.70 euros
olan muazzam bir Belediye hizmeti), yoldaki Adalet bakanlığına bakıp, kilo
bazlı elbise satan dükkanlara hayret ederek, Seine Nehrinden geçen tur
teknelerindeki turistlere el sallayarak Paris’i gezdiiiik, dolaştııık. Bir ara
bir parkta su bulduk, yüzümüzü yıkadık, su içtik falan. Sonra yine atraksiyon
aradım tabi. Gittik boş gördüğümüz bir tahteravalliye bindik Hasan’la.
Çevredeki herkes bize garip garip bakmasına rağmen, biz acaip eğleniyorduk. Ta
ki, samimi gülümsemesi ile güvenimi kazanan o görevli beni çağırana kadar… 8
yaşından büyükler binemezmiş. Görevli ve arkadaşlar tarafından çok pis dalga
geçilerek ayrıldım derhal o parktan. Hüzün bastı, kendimi Seine nehrine
bıraktım… (son cümle gerçek olmayabilir,
fakat aklımdan da geçmedi değil). Fransızlar arabalarını (Peugeot, Renault ve Limon anlamındaki Citröen)
Paris sokaklarına göre tasarlamış. Sokaklar ufacık, arabalar ufacık. Ve hepsi
çok kötü sürücü. Bir de şehir merkezinde meydanda Plaj voleybolu oynuyordu
millet, acaip canımız çekti. Topumuz olaydı da oynayaydık dedik. Top yoktu…
Yine hayal kırıklığı, yine Seine nehrinin serin suları, yine…
Paris’te fiyatlar Almanyadakine oranla gerçekten ucuz.
Sebebi de %7 olan KDV oranı. (Almanyada
%19 olan). Krosanlarımızı yiyip, ben espresso’mu içerken dar Paris
sokaklarını gezmeye devam ediyorduk. Zorla bir Türk mahallesi bulduk taaa
uzaklarda.
Hafiften dinlenip Sacre Cour Bazilikası ve
Ressamlar Tepesine doğru adımlamaya başladık yolu. Yol üzerinde bir
dondurmacıda Carte d’or yedik. Çok harika bir tad, belki de Paristen
kaynaklanıyor, ne bilem. (dondurmada
Stella D’Oro kadar güzelini göremedim koca Avrupa’da) Ressamlar Tepesi,
Paris’i yüksekten gören bir noktada kurulu bir yer. Çok gizli bir kaynaktan
öğrendiğim rivayet odur ki; Ressam olmayanı almıyorlarmış zamanında. Sonra
Picasso gelmiş ve herş… (tamam, kabul
ediyorum. Ben uydurdum) Manzara çok ama çok hoş. Aldığım haz çok yüksek
orandaydı Ressamlar Tepesinde. Hasan’a zorla bileklik satmaya çalışan
Senegal’li kardeşler, Türk olduğumuzu öğrendiğinde direkt Hasan Şaş falan diyor
ve satma girişiminden vazgeçiyordu. (hey
gidi günler heeeey – 2002 Dünya Kupası).
Louvre Museum - Mona Lisa var dediler geldik. Girmedik. Giremedik. Bu yani. |
Oradan Mülen Rüj diye okunan, Moulin Rouge diye yazılan bir
yere doğru gittik. Gitmez olaydık. Gitmeyin. Niye diye de sormayın. Iğrenç bir
yer. (ben beğenmedim yani şahsen) Neyse,
Türk Mahallesine geri dönüp, birşeyler yiyip sokakta şarkılar söyleyerek Paris
merkeze doğru uzun bir yürüyüş yaptık (günün
sonunda 24.7 km -en az- yürümüştük, ve ben bu kadar yorulmamıştım). Louvre
müzesi önünde Senegalli ile iyice pazarlık yapıp birşeyler aldıktan sonra
farkettim ki; pazarlık yapın a dostlar. Utanmayın, çekinmeyin. Tok alıcıyı
oynayın (ama hakikaten tok alıcısınız,
çünkü satan bir sürü kişi var) Indirim
yapmazsa kendisi kaybeder. En az %30 iniyor fiyatlar. Hele Senegalliler.
Türk olduğunuzu duyunca direkt muhabbete başlıyor. Çok cana yakınlar çok.
Fevkalade yorgunlukla uzuuunca bir yol Hostel’e doğru döndük
bol bol fotoğraf çekilip. Yolda bir heykelin altında ‘Murat’ yazıyordu. O kadar
araştırmama rağmen bulamadım hala. Kimdi acep bu? Kimdi? Ki… (uyuyakalmışım düşünürken. O derece
yorgundum)
Paris'te beni öldürmeye çalışan kadın - ben kurtuldum ama arkadaki kadın malesef :( |
Sabah uyanıp Alman (ve
hatta Frankfurt’lu, Hemşeri yani) oda arkadaşımızla tanışıp, Fransız
kahvaltısı umuduyla Hostelin kahvaltı verilen bölümüne doğru gittim. Açık büfe
kahvaltı var. Menü ise say say bitmez. Bageeeet, kahveeee, reçeeeel, yaaaağ. Bu
kadar. Resepsiyondaki kızla konuştuğumda dediği şu ki; Fransızlar doyuyormuş
bununla. Biz doymayız arkadaş. Çıktık dışarıda yine birşeyler yedik. Hostel’in
karşısına parkettiğimiz arabamızı alıp Eiffel civarında bir park yeri aradık ve
zar zor bir yerde park yeri bulduk. Park için fiş veren makinaya gittiğimizde
‘max 2 hours’ yazıyordu. 2 saate gelirik yav diyip, kredi kartını makinaya
soktuğumda müthiş bir haber aldım. Ağustos ayında park sınırsız ve ücretsizmiş
(: Sebebini hiç sorgulamadım, güzel bir uygulama. Eferin Fransızlar.
Meşhuuur Champs Elysee. Şanzelize. |
Uzuuuunca bir sıra var. sanarsın ki Ramazan ayında pide
kuyruğu. Girdik sıraya, sırada bir grup Türk geldi bizi buldu. Parisi
gezeceklermiş. Tavsiye istediler. (Doğru
kişiye geldiler. 2 günde Paris’te gezilecek yer bırakmadık. True story -hakikaten
True-) tavsiyelerimizi sıralayıp eiffel civarında tanesi 3 euro olan
sulardan alalım dedik. Acaip susamıştık fakat iyi ki almamışız. Çünkü birazdan
gelecek göçmen kardeş, bize 5 suyu 4 euros’a sattı. (Nihahaha. Yaşasın Vergidışı satış)
Eiffel - ey fel! birinci vaziiifeeen. neyse yapmıycam :) |
Sırayı beklediğimize değdi. Eiffel muhteşem. Hani sözde
muhteşem değil. Gerçekten muhteşem. Yazarak anlatmam imkansız. Gidip görmek
gerek. (profesyonel bir fotoğraf makinesi
almadan gitmeyin oralara. Biz çektik, siz çekmeyin.) Tabi Eiffelde fotoğraf
çekilirken tuhaflıklar yaşamadık değil. Öğrenci belgesi görmek isteyen biletçi
Süm’e yaşlı dedi, eiffelde fotoğraf çekilme ritüeli esnasında ‘Kadının ağzını
burnu çıktı’ gibisinden birşeyler söyleyen Süm’e kadın ‘ben Türk’üm, sorun
olmaz’ diyerek hepimizi şok etti. (başta
Süm’ü). Eiffel’in bir alt katına (1
metre) bir adamdan rica ederek ve makinamızı ona atarak, aşağıdan hepimizin
toplu fotoğrafını çektirdik. Geri bize attı. Inanılmaz ama gerçek. Büyük
özgüven istiyor, ve emin olun hepimizde fazlasıyla var. (Avrupa işte azizim, Avrupa). Ve daha sonra inanmayacaksınız ama,
Eiffelin tepesinden aşağıya merdiven ile indik (ben koşarak indim hatta. Koşu esnasında yarıştığım Süm, kabul etmese de
Eiffel’de aşağı inme olimpiyatlarında onu yendim. Ehehe). Tam tamına 707
basamak. Saydım.
Aşağıda Eiffel manzarasında harikulade birkaç dakika daha
geçirdikten sonra tozlanmış arabamızı alarak ve ‘beni yıka’ gibi basit şeyler
yerine gittiğimiz şehirleri yazarak Luxemburg’a doğru yol aldık. Hiç uyumadan
yola devam edecektik. 300 km yol. Atraksiyon arıyoruz, evet.
Carte D'or. Haberim yok gibi çek |
Yolda başımıza acaip garip ve Heyecan yüklü bir olay daha
geldi. Ben dahil arabadaki herkes Hasan’ı uyutmama görevini yüklenmiş
durumdayız. Arka üçlü bir süre sonra uykuya daldıktan sonra Hasan başıma kaldı.
Telefonumdaki en hareketli şarkıları açarak (urfa
sıra geceleri ve Hayko Cepkin. Düşün vehameti) ve kulaklığımın birini
Hasanın kulağına takarak yola devam ediyorduk ki… uyumuşum ben de.. Hasan da
sağolsun canı sıkılmış, arabayı azcık sağa çekeyim. Bakayım tepkiler nolacak
deyip eksantirik (nasıl yazılıyordu yav
bu) bir deneyi icra etmeye başlamıııııış. Işte tam o an; Hasan’ın uyuduğunu
düşünen düşünceli arka taraftan ‘Hasan uyan’ nidası yükseldi. Ve minnettarım
ki, bilinçaltım o an devreye girmiş. Ben hatırlamıyorum pek fakat herkes şahit
ki, sol elimde direksiyona yapışmışım. Bir türlü bırakmıyormuşum. O sahneleri
hatırlıyorum azcık fakat emin ol canım okur, kontrol bende değildi. Herşey hipotalamus’umun
kontrolundeydi. Allahtan elfrenini falan çekmemişim. Tabi bu esnada kimisi
arabanın kaskosunun neleri kapsadığını düşünürken (Süm), kimisi ise besmele getiriyordu. (Mate) İşte okurum işte. Milletin olası son anlarında yaptıklarını
gör, ibret al. (kimisi arabayı kurtarmaya
çalışır (ben), kimisi kasko düşünürken, kimisi besmele getirir. yaaa)
Bir istasyonda durup, sabahı uyuyarak ettikten sonra yine
yola çıktık. Ve minik ülke Lüksemburg’a vardık. (Lüksemburg’un küçüklüğüyle ilgili acaip dalga geçtiğim doğrudur. 3
milletvekili var, 2si bakan, 1i başbakan esprisi bile yaptım.) Lüksemburg’un
ismi nereden geliyor? Merak eden çok fazla kişi var biliyorum. Hemen anlatayım.
Bu çok gizli bir bilgidir; Bir zamanlar Lüksemburg’da sefalet varmış… neyse devam
edemeyeceğim. Sonra anlatırım belki.
Lüksemburg gerçekten çok hoş. Doğal güzellikleri çok fazla.
Fakat bırakın Lüksemburg, Prag bile olsa ben yorulmuştum. Kafam artık hakikaten
kaldırmıyordu. Fakat düzgün kafayla fotoğraflara bakıp da gördüm ki. Lüksemburg
güzel şehirmiş yav. Benzini de ucuz. Arabanın depoyu direkt doldurduk. (4 haneli olan plakaları ile dalga geçsem de
güzel. Şehir de telefon numaraları 2 basamaklı diye dalga geçsem de güzel. Ehe)
(Şehrin Her tarafındaki fillerin fotoğrafını çekmeyin bence. Gereksiz kanımca. Hani
yapan var, uyarayım dedim.)
Fakat insanları… Hele o tuvaletçi kadın. (I hate her!) Gittik abdest alak, azcık
dinlenek falan dedik. Tuvalet 50 cent. Hasanla bende de sadece 50 cent var.
girdik, parayı kapıya atıyorsun, kapı açılıyor. Sonra kapanınca yeniden para
atmayı gerektiren bir sistem var. biz de Türk’lük yapıp kapıyı kapatmaksızın
diğerimizin girmesi suretiyle 50 cent tasarruf edelim dedik. TAMAM EVET YANLIS AMA FAKIRIZ... Tuvaletçi kadın (60 yaşından fazla ve iğrenç bir aurası var.
negatif enerji santrali mübarek) bize sinir olmasın mı… Sonuç
ise; yine atraksiyon. Yine ben. Yine biz. Ehehe.
Gittik biryerde (gerçekten
çok güzel bir yer) Pringles, Fanta, Sohbet üçlüsü yaptık. Sonra canımız
sıkıldı orada hemen yanımızda olan sahada çocuklarla futbol oynadık (1 çocuk, 5 biz). Maçta bizle oynayan
çocuğun eli incindi. Maç esnasında çocuğun elinin incinmesinden sonra fevkalade
olgun karşılayan ebeveynini de tebrik ediyor ve önünde saygıyla eğilirken onu
örnek alıyorum. Bize gram kızmadı. Türkiye’de hiç kimse yapmaz bunu. Örnek alın
azcık sayın ebeveynler.
Lüksemburg’da feci bir yağmur yiyip, Ankara
Lokantasında garip yağlı bir döner yiyip yola çıktık. Hedef Frankfurt’tu ve hız
sınırı olmayan Alman otoyollarına girmiştik. Macera yeni başlıyordu.
Amsterdam - Geceydi, Böyleydi |
*****************************************************************************
Yorumlar
Yorum Gönder