Gezide Nirvana : Benelux + Paris - 2. Kısım

Den Haag - İsmaiiiil Aaaabiiii + Huooop
Brüksel’de sabah, daha da bir güzeldi kasvetli Avrupa şehirlerine oranla. Ya da ben öyle algılıyordum. Brüksel’e diğer şehirlere yaptığımız muameleyi yapmayacak, Road Runner ve Speedy Gonzales’in sentezi gibi müthiş bir hızla gezmeyecektik.

Sabah kalkıp şehir merkezine gittik. (kibar navigasyon yine bizimle). Kahvaltı yapmak istedik Central Station’da fakat kime birşey sorsam anlamsız bir şekilde yanıt vermiyordu. Ve ben buna bir türlü anlam veremiyordum. Brüksel müdavimi Osman bizi aydınlattı. Burada Fransızca sorulmayan sorulara yanıt vermiyorlarmış haşmetmeap Belçikalılar (veyahut Fransızlar. Bilmiyorum. Belki de Brüksel, Belçika’nın Fransızca konuşulan bölgesinde olduğundandır.) Hiç ama hiç hoş değil. Gereksiz bir durum. Zar zor bulduğumuz biri yanıt verdi de, yaptık kahvaltımızı Caprie Sonne ve araya kaşar kondurduğumuz ekmek dilimleriyle. Bankta yaptığımız kahvaltı esnasında karşıdaki bankta bir aile oturuyordu, hani “bizim fotoğrafı çekermisiiiin?” der gibi bakıyordu fakat çekiniyor gibiydi evin direği. Allahtan ‘süm’ yetişti imdatlarına, çektik fotoğraflarını. Hırvatlarmış. Side’yi biliyor Türkiyeden (Antep’i bilen yok, ona yanarım). Çocukları acaip şirindi. (şirin olmayan çocuk yoktur zaten de, neyse)

Oradan, ana meydan olan Grote Markt’a gittik. 4 yanımız da fotoğraf çekilmelik. 360 derece dönerek her 90 derecede bir fotoğraf çekildik. Süper oluyor (bu yöntemin Telifini alacam. Yoksa patent miydi? Amaaan hep karıştırıyorum zaten). Oradan geze geze geze… (işeyen çocuk heykeli vardı, onu gördük. (şehirde bundan 800 tane varmış) Bir kilisede Arapça Allah yazıyordu, ona hayret ettik. Pahallı Belçika çikolatalarına bakıp ‘vaaav’ dedik. Alamadık, ama vaaav demek beleşti) Tüm şehri bitirdik. (harita kesinlikle elzem birşey) Kocamaaaan bir ‘Dom’ vardı yine burada. Onu da gezelim dedik. Ayin vardı. Zaten Her şehirdeki en büyük kiliseleri gezdik gibi. (kilisede bir figür dikkatimi çekti. Hz.İsa’yı yıkayan 6 kişi vardı, 2si sarıklı ve sakallı, 4ü başörtülü) Pislikle dolu (ahlak anlamında pislik) ‘Royal Park’, karşısındaki Parlamento binası, arka tarafındaki kraliyet sarayı’nı gezmeyi de ihmal etmedik. (Kralları yeni değişmiş, çikolatamızı ve kolonyamızı alıp (kolonya Köln’de icat edilmiş) hayırlı olsuna gittik. Saray muazzam, içeride çok cancanlı, cafcaflı, böyle kımıl kımıl, pahalı şeyler vardı) (Kral çocuğu olmak da zor. Hiç arkadaşın yok gibi. Rahat hareket etmek de yok. Yazık be). Oradan çıkıp yemek yemelik yer ararken Prag’daki Wenceslas Meydanına çok benzeyen bir meydan gördüm. Ismi Adolpho Meydanı. Vuruldum. (Prag hala gönlümde bir numara). Google amca yardımıyla Türk mahallesi bulduk, oradaki adresi girdik kibarigasyon’a (kibar navigasyon) ve bizi götürdü oralara. Türk mahallesinde sora sora en helal lokantayı bulduk, fiyat gayet uygundu. Tadı ise muazzamdı. Giderseniz oraya gidin. Adam Emirdağlı. Çok kibar ve hiç asimile olmamış. (ismini hatırlayaydım iyiydi :S adresi : 79 Chaussée de Haecht)

Brüksel, Kilisedeki Müslümanlar. 
Lokantadaki adamın tavsiyesiyle Atomium’a yollandık. O gün de şansımıza Robin Williams konseri varmış (tabi ben bunu ilk başta ‘Tom Waits’ diye anladım). Konserde koptuk falan (yok be, bilet kalmamıştı. Polisin tavsiye ettiği karaborsacıyla bilet pazarlığı yaptı Süm, ama almadık). Atomium demir elementinin 152 milyon kere büyütülmüş hali. Güzel biryer. Fakat bir atraksiyon gerek değil mi? Hah işte. Ben çıktım yine sahneye. Kocaman, devasa, muazzam, dehşetengiz büyüklükte, kocaman dişleri olan bir köpek (yada ben öyle algıladım) beni metrelerce kovaladı. Sahibi çağırınca ancak bıraktı peşimi şirin(!) ‘Lolita’.

Tüm bunların akabinde Brükselde gece güzel bir mekanda (bana şal vermeyen kafe görevlisine sesleniyorum; yaptığın ayrımcılıktır. Gözlüğümden dolayı vermedi kesin) yediğimiz güzel dondurma ve türevi maddeler günün portresine güzel bir ‘son dokunuş’ yapmıştı. Yarın sabah erkenden yola çıkılacak ve istikamet Paris olacaktı…

Sabah erkenden (Bu sefer hakikaten erkendi. Gece Osmanla uyumamıştık sabaha dek zaten. Uykusuzluk damarlarımda dolaşmaktaydı) Paris yollarına düştük. Yolun %40lık kısmını hatırlamıyorum uyuduğumdan dolayı fakat bildiğim birşey vardı ki; bizim kibardır, efendidir falan dediğimiz navigasyon efendi, sırf 30 km kısalsın diye otoyoldan değil, başka bir rotadan götürüyordu güzelim Paris’e. Paris’e öğle vakti vardığımızda ilk iş Hostel’imize gittik. Prag’daki Hostelden daha güzel olan bu mekan, fiyat bakımından da Paris’te en ucuzlardan biriydi. (Hostel Aij) Odanın 15’te açılacağını duyup ‘Paris kepçe biz kazan’ (yada tam tersi) felsefesiyle yollara düştük. Elimizde Hostel’den aldığımız beleş haritalarla gezmeye koyulduk. Zaten Osman’dan ve internet sitelerinden de bol bol tavsiye almıştık. Bir gezi için önaraştırma çok ama çok gerekli.

Eiffel'e zıplayarak çıkmak çok keyifli, fakat zor.  
Geschenk’çileri (Almanca’da hediye demek ‘geschenk canım okurum, sen de öğreniver azıcık) dolaşarak, fotoğraf çekilerek, Velib bisiklet sistemini çözmeye çalışarak (ilk yarım saati ücretsiz, günlük 1.70 euros olan muazzam bir Belediye hizmeti), yoldaki Adalet bakanlığına bakıp, kilo bazlı elbise satan dükkanlara hayret ederek, Seine Nehrinden geçen tur teknelerindeki turistlere el sallayarak Paris’i gezdiiiik, dolaştııık. Bir ara bir parkta su bulduk, yüzümüzü yıkadık, su içtik falan. Sonra yine atraksiyon aradım tabi. Gittik boş gördüğümüz bir tahteravalliye bindik Hasan’la. Çevredeki herkes bize garip garip bakmasına rağmen, biz acaip eğleniyorduk. Ta ki, samimi gülümsemesi ile güvenimi kazanan o görevli beni çağırana kadar… 8 yaşından büyükler binemezmiş. Görevli ve arkadaşlar tarafından çok pis dalga geçilerek ayrıldım derhal o parktan. Hüzün bastı, kendimi Seine nehrine bıraktım… (son cümle gerçek olmayabilir, fakat aklımdan da geçmedi değil). Fransızlar arabalarını (Peugeot, Renault ve Limon anlamındaki Citröen) Paris sokaklarına göre tasarlamış. Sokaklar ufacık, arabalar ufacık. Ve hepsi çok kötü sürücü. Bir de şehir merkezinde meydanda Plaj voleybolu oynuyordu millet, acaip canımız çekti. Topumuz olaydı da oynayaydık dedik. Top yoktu… Yine hayal kırıklığı, yine Seine nehrinin serin suları, yine…

Paris’te fiyatlar Almanyadakine oranla gerçekten ucuz. Sebebi de %7 olan KDV oranı. (Almanyada %19 olan). Krosanlarımızı yiyip, ben espresso’mu içerken dar Paris sokaklarını gezmeye devam ediyorduk. Zorla bir Türk mahallesi bulduk taaa uzaklarda.

Hafiften dinlenip Sacre Cour Bazilikası ve Ressamlar Tepesine doğru adımlamaya başladık yolu. Yol üzerinde bir dondurmacıda Carte d’or yedik. Çok harika bir tad, belki de Paristen kaynaklanıyor, ne bilem. (dondurmada Stella D’Oro kadar güzelini göremedim koca Avrupa’da) Ressamlar Tepesi, Paris’i yüksekten gören bir noktada kurulu bir yer. Çok gizli bir kaynaktan öğrendiğim rivayet odur ki; Ressam olmayanı almıyorlarmış zamanında. Sonra Picasso gelmiş ve herş… (tamam, kabul ediyorum. Ben uydurdum) Manzara çok ama çok hoş. Aldığım haz çok yüksek orandaydı Ressamlar Tepesinde. Hasan’a zorla bileklik satmaya çalışan Senegal’li kardeşler, Türk olduğumuzu öğrendiğinde direkt Hasan Şaş falan diyor ve satma girişiminden vazgeçiyordu. (hey gidi günler heeeey – 2002 Dünya Kupası).

Louvre Museum - Mona Lisa var dediler geldik. Girmedik. Giremedik. Bu yani. 

Oradan Mülen Rüj diye okunan, Moulin Rouge diye yazılan bir yere doğru gittik. Gitmez olaydık. Gitmeyin. Niye diye de sormayın. Iğrenç bir yer. (ben beğenmedim yani şahsen) Neyse, Türk Mahallesine geri dönüp, birşeyler yiyip sokakta şarkılar söyleyerek Paris merkeze doğru uzun bir yürüyüş yaptık (günün sonunda 24.7 km -en az- yürümüştük, ve ben bu kadar yorulmamıştım). Louvre müzesi önünde Senegalli ile iyice pazarlık yapıp birşeyler aldıktan sonra farkettim ki; pazarlık yapın a dostlar. Utanmayın, çekinmeyin. Tok alıcıyı oynayın (ama hakikaten tok alıcısınız, çünkü satan bir sürü kişi var) Indirim yapmazsa kendisi kaybeder. En az %30 iniyor fiyatlar. Hele Senegalliler. Türk olduğunuzu duyunca direkt muhabbete başlıyor. Çok cana yakınlar çok.
Fevkalade yorgunlukla uzuuunca bir yol Hostel’e doğru döndük bol bol fotoğraf çekilip. Yolda bir heykelin altında ‘Murat’ yazıyordu. O kadar araştırmama rağmen bulamadım hala. Kimdi acep bu? Kimdi? Ki… (uyuyakalmışım düşünürken. O derece yorgundum)

Paris'te beni öldürmeye çalışan kadın - ben kurtuldum ama arkadaki kadın malesef :( 
Sabah uyanıp Alman (ve hatta Frankfurt’lu, Hemşeri yani) oda arkadaşımızla tanışıp, Fransız kahvaltısı umuduyla Hostelin kahvaltı verilen bölümüne doğru gittim. Açık büfe kahvaltı var. Menü ise say say bitmez. Bageeeet, kahveeee, reçeeeel, yaaaağ. Bu kadar. Resepsiyondaki kızla konuştuğumda dediği şu ki; Fransızlar doyuyormuş bununla. Biz doymayız arkadaş. Çıktık dışarıda yine birşeyler yedik. Hostel’in karşısına parkettiğimiz arabamızı alıp Eiffel civarında bir park yeri aradık ve zar zor bir yerde park yeri bulduk. Park için fiş veren makinaya gittiğimizde ‘max 2 hours’ yazıyordu. 2 saate gelirik yav diyip, kredi kartını makinaya soktuğumda müthiş bir haber aldım. Ağustos ayında park sınırsız ve ücretsizmiş (: Sebebini hiç sorgulamadım, güzel bir uygulama. Eferin Fransızlar.

Meşhuuur Champs Elysee. Şanzelize. 
Eiffel önünde zıplayarak fotoğraf çekilme seramonisinin akabinde (baktım asansör ile çıkma 13 euros, zıplayarak denedim. Olmadı. Verdim 13 euros mecburen) Eiffel çevresini gezip Carrefour bulduk. Kahvaltılık biraz malzeme alıp (süpermarketlerde poşet paralı Avrupa’da. Size hayat kurtaran bir tavsiye; meyve reyonundaki poşetler bedava. Onu alın. Çakmıyor zaten hiçbiri) güzel bir parka gidip güvercinlere yem vererekten yedik yemeğimizi, dinlenen baba-oğuldan toplarını rica edip top oynadık, Paris’te yaz yağmuru tadıp, Louvre müzesine doğru bolbol fotoğraf çekile çekile yürüdük. (Yolda yine bir sürü elçilik binası gördüm, yine bizimki yoktu. Ucuz olsun diye dağ başında mı yer kiralıyoruz nedir anlamadım ki?) Louvre Müzesinin önünde bir Lamborghini gördük, görmemişler gibi önünde fotoğraf çekildik, müzeye kaçak girme planı yaptık, plandan vazgeçip dışarıdan fotoğraf çekildik. Champs Elysee’de birşeyler içmeden olmaz diyen arkadaşa uyup oraya yollandık. Sağlı sollu pahalı markalar, şahane bir cadde. Tek sorun, öğrenciye göre değil. Öğrenciler sadece izler kenardan mağazaları. (Pahalı canım okurum anla hani. Pahalı. Paramız yok napak). McCafe’de bedava internet bulup on dakika oturduktan sonra Zafer Takı denen yere de uğradık, (önemi nedir derseniz. 2000 Avrupa Şampiyonasını kazanan Fransa Milli takımı zaferi burada kutlamış, ondan dolayı Zafer Takı – şaka şaka, inanmayın bana. Git araştır internetten okurcan. Hazıra konma) ve sonra daaaa; Eiffel kulesine doğru yol aldık. Hedefimiz paraya kıyıp Eiffele çıkmaktı... (:

Uzuuuunca bir sıra var. sanarsın ki Ramazan ayında pide kuyruğu. Girdik sıraya, sırada bir grup Türk geldi bizi buldu. Parisi gezeceklermiş. Tavsiye istediler. (Doğru kişiye geldiler. 2 günde Paris’te gezilecek yer bırakmadık. True story -hakikaten True-) tavsiyelerimizi sıralayıp eiffel civarında tanesi 3 euro olan sulardan alalım dedik. Acaip susamıştık fakat iyi ki almamışız. Çünkü birazdan gelecek göçmen kardeş, bize 5 suyu 4 euros’a sattı. (Nihahaha. Yaşasın Vergidışı satış)

Eiffel - ey fel! birinci vaziiifeeen. neyse yapmıycam :)
Sırayı beklediğimize değdi. Eiffel muhteşem. Hani sözde muhteşem değil. Gerçekten muhteşem. Yazarak anlatmam imkansız. Gidip görmek gerek. (profesyonel bir fotoğraf makinesi almadan gitmeyin oralara. Biz çektik, siz çekmeyin.) Tabi Eiffelde fotoğraf çekilirken tuhaflıklar yaşamadık değil. Öğrenci belgesi görmek isteyen biletçi Süm’e yaşlı dedi, eiffelde fotoğraf çekilme ritüeli esnasında ‘Kadının ağzını burnu çıktı’ gibisinden birşeyler söyleyen Süm’e kadın ‘ben Türk’üm, sorun olmaz’ diyerek hepimizi şok etti. (başta Süm’ü). Eiffel’in bir alt katına (1 metre) bir adamdan rica ederek ve makinamızı ona atarak, aşağıdan hepimizin toplu fotoğrafını çektirdik. Geri bize attı. Inanılmaz ama gerçek. Büyük özgüven istiyor, ve emin olun hepimizde fazlasıyla var. (Avrupa işte azizim, Avrupa). Ve daha sonra inanmayacaksınız ama, Eiffelin tepesinden aşağıya merdiven ile indik (ben koşarak indim hatta. Koşu esnasında yarıştığım Süm, kabul etmese de Eiffel’de aşağı inme olimpiyatlarında onu yendim. Ehehe). Tam tamına 707 basamak. Saydım.

Aşağıda Eiffel manzarasında harikulade birkaç dakika daha geçirdikten sonra tozlanmış arabamızı alarak ve ‘beni yıka’ gibi basit şeyler yerine gittiğimiz şehirleri yazarak Luxemburg’a doğru yol aldık. Hiç uyumadan yola devam edecektik. 300 km yol. Atraksiyon arıyoruz, evet.

Carte D'or. Haberim yok gibi çek
Yolda başımıza acaip garip ve Heyecan yüklü bir olay daha geldi. Ben dahil arabadaki herkes Hasan’ı uyutmama görevini yüklenmiş durumdayız. Arka üçlü bir süre sonra uykuya daldıktan sonra Hasan başıma kaldı. Telefonumdaki en hareketli şarkıları açarak (urfa sıra geceleri ve Hayko Cepkin. Düşün vehameti) ve kulaklığımın birini Hasanın kulağına takarak yola devam ediyorduk ki… uyumuşum ben de.. Hasan da sağolsun canı sıkılmış, arabayı azcık sağa çekeyim. Bakayım tepkiler nolacak deyip eksantirik (nasıl yazılıyordu yav bu) bir deneyi icra etmeye başlamıııııış. Işte tam o an; Hasan’ın uyuduğunu düşünen düşünceli arka taraftan ‘Hasan uyan’ nidası yükseldi. Ve minnettarım ki, bilinçaltım o an devreye girmiş. Ben hatırlamıyorum pek fakat herkes şahit ki, sol elimde direksiyona yapışmışım. Bir türlü bırakmıyormuşum. O sahneleri hatırlıyorum azcık fakat emin ol canım okur, kontrol bende değildi. Herşey hipotalamus’umun kontrolundeydi. Allahtan elfrenini falan çekmemişim. Tabi bu esnada kimisi arabanın kaskosunun neleri kapsadığını düşünürken (Süm), kimisi ise besmele getiriyordu. (Mate) İşte okurum işte. Milletin olası son anlarında yaptıklarını gör, ibret al. (kimisi arabayı kurtarmaya çalışır (ben), kimisi kasko düşünürken, kimisi besmele getirir. yaaa)

Bir istasyonda durup, sabahı uyuyarak ettikten sonra yine yola çıktık. Ve minik ülke Lüksemburg’a vardık. (Lüksemburg’un küçüklüğüyle ilgili acaip dalga geçtiğim doğrudur. 3 milletvekili var, 2si bakan, 1i başbakan esprisi bile yaptım.) Lüksemburg’un ismi nereden geliyor? Merak eden çok fazla kişi var biliyorum. Hemen anlatayım. Bu çok gizli bir bilgidir; Bir zamanlar Lüksemburg’da sefalet varmış… neyse devam edemeyeceğim. Sonra anlatırım belki.

Lüksemburg gerçekten çok hoş. Doğal güzellikleri çok fazla. Fakat bırakın Lüksemburg, Prag bile olsa ben yorulmuştum. Kafam artık hakikaten kaldırmıyordu. Fakat düzgün kafayla fotoğraflara bakıp da gördüm ki. Lüksemburg güzel şehirmiş yav. Benzini de ucuz. Arabanın depoyu direkt doldurduk. (4 haneli olan plakaları ile dalga geçsem de güzel. Şehir de telefon numaraları 2 basamaklı diye dalga geçsem de güzel. Ehe) (Şehrin Her tarafındaki fillerin fotoğrafını çekmeyin bence. Gereksiz kanımca. Hani yapan var, uyarayım dedim.)

Fakat insanları… Hele o tuvaletçi kadın. (I hate her!) Gittik abdest alak, azcık dinlenek falan dedik. Tuvalet 50 cent. Hasanla bende de sadece 50 cent var. girdik, parayı kapıya atıyorsun, kapı açılıyor. Sonra kapanınca yeniden para atmayı gerektiren bir sistem var. biz de Türk’lük yapıp kapıyı kapatmaksızın diğerimizin girmesi suretiyle 50 cent tasarruf edelim dedik. TAMAM EVET YANLIS AMA FAKIRIZ... Tuvaletçi kadın (60 yaşından fazla ve iğrenç bir aurası var. negatif enerji santrali mübarek) bize sinir olmasın mı… Sonuç ise; yine atraksiyon. Yine ben. Yine biz. Ehehe.

Gittik biryerde (gerçekten çok güzel bir yer) Pringles, Fanta, Sohbet üçlüsü yaptık. Sonra canımız sıkıldı orada hemen yanımızda olan sahada çocuklarla futbol oynadık (1 çocuk, 5 biz). Maçta bizle oynayan çocuğun eli incindi. Maç esnasında çocuğun elinin incinmesinden sonra fevkalade olgun karşılayan ebeveynini de tebrik ediyor ve önünde saygıyla eğilirken onu örnek alıyorum. Bize gram kızmadı. Türkiye’de hiç kimse yapmaz bunu. Örnek alın azcık sayın ebeveynler. 

Lüksemburg’da feci bir yağmur yiyip, Ankara Lokantasında garip yağlı bir döner yiyip yola çıktık. Hedef Frankfurt’tu ve hız sınırı olmayan Alman otoyollarına girmiştik. Macera yeni başlıyordu.

Amsterdam - Geceydi, Böyleydi

*****************************************************************************

Yorumlar